Sayfalar

31 Ekim 2016 Pazartesi

Gözümüz kör, kulağımız sağır değil tabi ki, delirmemek için sığındığımız limanları da elimizden almasaydınız böyle böyle mutlu mesut yaşardık. Layıkıyla delirebilseydik keşke, onu bile beceremedik ya neyse. Ne de güzel olurdu hani, kendini bu kadar akıllı zanneden insanların karşısına geçip deli deli gülmek, en azından dokunulmazlığımız olurdu. Zaten bu kadar bencil olmak da yakışmaz bize. Çünkü kimsenin sırtına yük olmadan deliremez  insan. Bizi kendi halimize bıraksaydınız belki biraz mutlu olabilirdik, mutlu olmayı becerebildiğimiz anlar dışında. Onu da istemediniz ya, herkes sizin gibi mutsuzlukla boğuşsun istediniz. Şimdi siz rahat rahat mutsuz olabilirsiniz çünkü hepimiz mutsuzuz sayenizde. Kendinizi biraz sevebilseydiniz, belki bir başkasının da sizi sevmesine izin verirdiniz o zaman hep birlikte daha yaşanılabilir bir dünyanın hayalini kurabilirdik. Sevmek ne zamandan bu yana korkulan bir şey haline geldi onu da bilmiyorum. Etrafınıza ördüğünüz duvarlar içerisinde yalnız kalan siz, dışarıda üşüyen biz. Iyi ki dostlar var diyip sizi size de bırakabilirdik ama yüreğimizi kemiren o iç ses de bırakmadı peşimizi. Yani sizin mutsuzluğunuz ve sevgisizliğiniz bize de bulaştı. Hiçbir kuş uçmam demedi, hiçbir balık yüzmem demedi, güneşin bugün doğmak istemiyorum dediğini duydunuz mu hiç? Ama insan yemin etti kimseyi sevmeyeceğine, en başta da kendisini ve yok edip yakıp yıkmaya böyle başladı.

Bana diyorlar ki insanları çok önemsiyorsun. Ne yapayım meslek hastalığı. Sonra da en ufak bir hatamda 'sen nasıl psikologsun?' diyorlar. Bu meselenin bir orta yolunu bulmazsanız kendi aranızda, bir yerlerde kaybolup gitmem an meselesi. Çok uzun zaman bunu düşündüm mesela. Sizin bana dayattığınız bir hayatı yaşasaydım, kimseyi sevmeyecek, kimseye güvenmeyecek ve insanların içlerine korku ve nefret tohumları ekmeye başlayacaktım. Evet belki daha az hayalkırıklığına uğrardım insanlarla ilgili. Ama sonra yine düşündüm; o zaman ben, ben olmayacaktım. Sizin istediğiniz ben olacaktım. Yanlış bir iş yapıyor olabilirim kabul ediyorum. Benim gibi birine fazlaca yük bir iş biliyorum. Bir gişede bilet kesen bir biletçi olsaydım mesela daha mı az önemserdim insanları bilmiyorum. Ama sanmıyorum. Ağlayarak önümden geçen bir kadın için bütün gün üzülebilirdim ya da bana neşeyle günaydın diyen bir üniversite öğrencisi bütün günümü güzelleştirebilirdi. Asık suratlı bir gişe görevlisi olmaya yeğlerdim bunu. O zaman da diyebilirdiniz ki 'çok da önemseme kimseyi, biletini kes geç'. Şimdi siz bu bilgiyle bütün kalelerimi de yıkabilirsiniz artık . Çünkü esas olan saklamaktı kendini maskeler ardına. Onu bile beceremedim.

En son ne zaman sıkı sıkı birine sarıldınız belki hatırlamıyorsunuz bile. Insanın gerçekten birine sarılmaya ihtiyacı olabileceğinden bile haberiniz yoktur eminim. Yetiştirme yurtlarında büyüyen çocuklara, kimse sarılmıyor diye daha çabuk hastalandıklarını da bilmiyorsunuz değil mi? Insan en çok birine sarılmayı özlüyor bazen. Hayır hayır kimsenin bana sarılmasını beklemiyorum yanlış anlaşılmasın. Sadece bilin istedim. Sarılın yani en sevdiklerinize, insana insan gerek çünkü.

Bir de böyle kimsenin hayatı ile ilgili ahkam kesmezseniz çok sevineceğim. Biliyorum kimsenin mutluluğu ile ilgilenmiyordunuz. Insanların mutsuzluğu daha çok ilgi alanınıza giriyor ya olsun. Madem bir iç dökmeye döndü bu yazı bunu da eklemeden geçmek istemedim. Sabah sabah aklıma üşüşen düşünceler kendine bir çıkış yolu bulmazlarsa beni rahat bırakmayacaklardı madem, ben de sizi huzursuz edeyim dedim. Öyle büyük büyük laflar etmeye gerek yok, zaten buna mecalim de yok. Çünkü pek çok kitaptan arakladığınız ve yuvarlak masa sohbetlerinde, üzerinizde pek şık duran o büyük lafların pratiğini, hiçbir zaman göremiyoruz kimsenin hayatında maalesef. Yani diyeceğim şu, herkes hayatında çok büyük mücadeleler veriyor ve biz, kim gerçekten nasıl bir hayat yaşıyor asla bilmiyoruz. Sizin belki de hiç önemsemeden edeceğiniz tek bir kelime bir insanı ne kadar derinden yaralıyor tahmin bile edemezsiniz. Hani böyle, herkes sizi sevsin, herkes sizi önemsesin istiyorsunuz ya belki siz de birilerini birazcık olsun önemser ve saygı duyarsınız. Kimse sizin okuduğunuz kitabı okumak zorunda değil, kimse sizin istediğiniz fotoğrafı çekmek zorunda değil,  kimse sizin 'ahlak' kurallarınıza göre yaşamak zorunda değil, kimse modaya uygun giyinmek zorunda değil, kimse ama hiç kimse sizin çizdiğin sınırların içinde yaşamak zorunda değil. Çünkü kimse sizin yürüdüğünüz yollarda yürümedi, herkesin kendi yolu var. Birilerine bu hayatta sadece eşlik edebilirsiniz, kimsenin yoluna set çekemezsiniz.

Bu, günlük niyetine ( ya da adına ne derseniz diyin ) yazdığım yazıyı bir sonuca bağlamayacağım. Çünkü sonu yok, bir sonu da olması gerekmiyor. Herkesin her şey olduğu bir dönemde bloger olmamama rağmen bir blog açmıştım kendime belki işe yarar diye. Artık bir şeyler karalamaktan vazgeçip bir kenarda bekletiyordum. Arada buralara içimi döksem hiç de fena olmayacakmış hani.


11 Nisan 2016 Pazartesi



Zamana Düşülen Not

Kollarını kocaman açtı, şairin dediği gibi tüm dünyayı kucaklamasına
gerek yoktu. Birine sarılmak yemek içmek kadar önemliydi ya da önemli
olmalıydı. Keşke herkes herkese korkmadan sarılabilse... Dokunduğu
yaşamlar nefes alan bir insandan bir hikayeye dönüşüyordu. Herkes
sadece bir hikayeden ibaret. Yaşam bu kadar hızlı akarken kimsenin
hikayesi ile kimse ilgilenmiyordu. Herkes kendisininkini anlatma
derdinde... Hiç tanımadığın birine kendi hikayeni anlattığında artık o
da tanıdık birine dönüşüyordu ve insan bir kez daha savunmasız
çaresiz. Tüm dünyayı kendi yazdığın hikayeye ikna edemezsin ki.
Sonunda yine herkes kendi hikayesinin sonunu kendisi yazıyor. En fazla
araya girenler noktalar, virgüller var başkalarının koyduğu. Hiç soluk
almadan bir çırpıda da anlatsan kimsenin bunu dert ettiği yok zaten.
Ne yazarsa yazsın illa ki okuruz saçmalığına düştüğümüz şair ve
yazarların yanında kıyıda köşede kalmış hikayelere haksızlık etmesek
ne güzel olurdu. Dinlemeyi bilsek, anlaşılmak için, anlatabilmek için.
Sonra dönüp kocaman sarılsak ve 'senin hikayen de benim hikayeme
benziyor bak' desek. Aslında herkesin hikayesinin aynı olduğunu ve
başka kahramanlarla yeniden yazıldığını anlayıp rahat bir nefes alsak.
Belki o zaman şu koca evrende yalnız olmadığımızı anlarız.

16 Şubat 2016 Salı


Zehir Zakkum Zamanlar




ömrüme zarar veren erkekler sevdim
cam kırıklarıyla sundular bana tenlerini
seviştikçe çoğalan ellerine inandım
uzun...çok uzun ayrılıklardan sonra
sabırsız bir çarmıh gibi açılan kollarına
çarmıh sarmaşığıydım usul usul dolandım
bana nazlı ölümler
korsan ürpertiler bana
bana aklı çelinmiş geceler kaldı

ömrüme zarar veren şiirler sevdim
aşka ait bir damar kesilmiş gibi
kızıl atlar boşandı içimin aynasından
kanadım sözlerde gözlerde pıhtılandım
infilaktı ihtilaldi laneti üstümeydi
sözlerin yalanından yılanından gözlerin
bana düş bana gizem
bana zehir zakkum zamanlar kaldı

ömrüme zarar veren şehirler sevdim
yıkılmayı sevdim hep o enkaz halimi
bir depremi tek başıma karşılayabilmek için
boşaltılmış şehirleri bekledim
harçsız kuleler örüp kaldırım taşlarından
gençliğimi felaket müjdesinde denedim
bana çığ bana boran
ve umarsız aysarı
ah! bunca zararına sevmenin
neresinden dönsem geçmiş zamandı


Şiir: Nilay Özer Fotoğraf: Neslihan Durateymur


31 Ocak 2016 Pazar



Bir İhtimal Daha Var...


           Oturup anlattı, karşısındakini bile fark etmeden. Özlemle, hasretle anlattı neyi özlediğini bile bilmeden. Ama bulmaya bile çalışmadan. Kayıp bir çocuk gibi nerede kaybolduğunu bile bilmiyordu. Hiç durmadan anlattı, susarsa içindeki sessizliğin kendisini ele vereceğinden korktu belki de. İçinde ne varsa anlattı, ne olduysa ya da ne olmasını istiyorsa. Belli ki bir dinleyiciye bile ihtiyacı yoktu. Kime anlattığının, ne anlattığını, niye anlattığının  hiçbir önemi yoktu. Anlatmak, koşmak kurtulmak demekti ya da çocukluğuna dönmek hep orada kalmak belki de en çok istediği şeydi. O zaman, dedi, her şey daha büyüktü, kocamandı. Evler, arabalar, binalar, insanlar… Çünkü biz küçüktük. Büyüyünce şarkıdaki gibi her şey nasıl kirlendiyse aynı hızla da küçüldü, dedi. Sustu, insan ne zaman büyüyor, ne zaman bitiyor çocukluk bilmiyordu. Rakısından bir yudum aldı. Kaybolmuş her çocuk gibi ağladı. Ama büyümüş her çocuk gibi gözyaşlarını saklamayı öğrenmişti. Karşısındaki kadına baktı. Ne kadar yakın bir o kadar uzak. Kim olduğunu bile bilmiyordu. Hiç tanımadığı o kadına bütün hayatını anlatabilir, sonra da arkasına bakmadan çekip gidebilirdi. Hayat bazen çok seçenek sunmaz insana.

       Kadın baktı, şaşkındı. Karşısındaki bu koca adam ne güzel anlatıyordu. Ne anlattığı değil de anlatışındaki heyecan mutlu etti onu daha çok. Monoloğa dönüşen bu sohbetten kendine bir yer seçti, dinleyici koltuğu en çok alışkın olduğu yerdi. Rakısından bir yudum aldı. Giderek bir çocuğa dönüşen bu adamı sonsuza kadar dinleyebileceğini düşündü.  Adam sustu. Odaya dolan bangır bangır bu sessizlikte ikisi de kayboldu. İlk defa gördüğü bu adamı yıllardır tanıyordu. Plaktan yükselen sesler bu sessizliğe eşlik etti. Kendinden ve birbirinden koşarak uzaklaşan iki insan karanlıkta kayboldu. Çünkü hayat çok fazla seçenek sunmuyordu insanlara…

Fotoğraf ve yazı: Neslihan Durateymur